Yılbaşı Fitnesi ve Mü’minin Duruşu Vaazı

Gayr-i Müslimlere Benzemek: Îmânı Eriten Fitne

Kime Benzediğine Dikkat Et!

Sahâbeden Abdullah bin Amr bin el-Âs -radıyallâhu anhümâ- anlatır:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, üzerimde usfur bitkisiyle sarıya boyanmış iki elbise gördü ve;

“–Şüphesiz ki bu, kâfirlerin elbiselerindendir. Sen bunu giyme!” buyurdu.

Bir başka rivâyette Peygamberimiz’in bu sahâbîye;

“–Bunu giymeni sana annen mi emretti?” buyurarak, kadınlara benzer bir şekilde giyinmekten men ettiği nakledilmiştir. (Müslim, Libâs, 4)

Demek ki;

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kılık kıyafette, gayr-i müslimlere de karşı cinse de benzemeyi yasaklamıştır. Peygamber Efendimiz’in başka birçok hadîs-i şeriflerinde şu tâlimatları da görmekteyiz:

–Müşriklere muhalefet edin (onlara benzemeyin, onlardan farklı olun!)

–Mecûsîlere muhalefet edin!

–Ehl-i kitâba muhalefet edin!

Kalbin en büyük zaaflarından biri, dalâlette olanlara benzemeye çalışma gafletidir.

Bir mü’min, kimlerle ünsiyet edeceğini gayet iyi bilmelidir. Yeme-içme, kıyafet gibi günlük hayata ait fiil ve davranışlarda dahî, gayr-i müslimlere benzemenin, onlarla bir tavır ve şekil birliği içine girmenin tehlikesini görmeli, bunları ehemmiyetsiz zannetmemelidir.

Her menfî beraberlikte mutlaka bir sirâyet oluşur.

Bu da;

Zaman içinde kalpleri aynîleştirir, bozar ve ölü hâle getirir.

Nitekim Tanzîmat’ta başlayan Avrupa’ya benzeme hevesleri, ne hazindir ki, devâsâ imparatorluğun yıkılışına zemin hazırladı.

Bu sebeple Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- îkaz buyurmaktadır:

مَنْ تَشَبَّهَ بِقَوْمٍ فَهُوَ مِنْهُمْ

“Herhangi bir topluluğa benzemeye çalışan, onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)

Cenâb-ı Hak; Fetih Sûresi’nin âhirinde, sahâbe-i kirâmı;

اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ

“İnkârcılara karşı tavizsiz” oldukları için medh ü senâ etmektedir. «Küffâra karşı şedit» olmak, îmânın alâmetlerinden biridir.

Gazze hâdisesi bir kere daha göstermiştir ki; dünyada îman-küfür mücadelesi, haç ve hilâl savaşı dâimâ devam etmektedir. Boşnak lider ve mütefekkir Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi;

“Harp, düşmana benzemekle kaybedilir.”

Yine Rabbimiz; bütün mü’minlere, her namazda ve her rekâtta şöyle duâ etmelerini emretmektedir:

وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ

“Gazabına uğrayanların ve dalâlete düşenlerin yoluna bizi sevk etme! (Onların hâlinden bizi muhafaza eyle!..) (el-Fâtiha, 7)

Bir başka ilâhî tâlimatta da şöyle buyurulur:

وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ
فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِۜ اِنَّهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ ۝٢٠٠

“Eğer şeytandan gelen bir vesvese seni tahrik edecek olursa hemen Allâh’a sığın! Çünkü O; hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir.”

Bu sebeple, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gayr-i müslimlere benzememe şuurunu ashâbına ve ümmetine defaatle aşıladı:

Ezan’dan Sahura: Mü’minin Gayr-i Müslimlere Muhalefet Şuuru

Peygamberimiz;

►Namaza davet için ne yapılması gerektiği istişâre edilirken, yahudi ve hıristiyan âdeti olan boru ve çan çalma tekliflerini reddetti. (Ebû Dâvûd, Salât, 27-28) Müslümanlara mahsus bir güzellik olarak, ezan nasîb oldu.

►10 Muharrem / Âşûrâ orucunda; aynı gün oruç tutan yahudilere muhalefet için, bir gün evveli veya sonrasıyla beraber oruç tutmamızı emretti.

►Ehl-i kitap; yıldızlar belirinceye, yatsı vaktine kadar iftarı geciktirirdi. Peygamberimiz ise iftarda acele edilmesini emretti.

►Kezâ ehl-i kitapta sahur yoktu. Peygamberimiz, sahuru sünnet kıldı. (Müslim, Sıyâm, 46)

►Kezâ tek olarak cumartesi günü oruç tutmayı, yahudilere benzemek olacağından mekruh kıldı. (İbn-i Mâce, Sıyâm, 38)

Misaller çoğaltılabilir. O kadar ki, Medine’deki hahamlar;

“–Bu adam, bize ait ne varsa her şeye muhalefet ediyor!” demişlerdi.

Âyet-i kerîmelerde de;

  • Müşrikleri, yahudi ve hıristiyanları dost ve sırdaş edinmemek,
  • Allâh’ın âyetlerinin yalanlandığı ve alaya alındığı yerlerde asla oturmamak,
  • Gafillerden, fâsıklardan uzak durup, sâdıklarla beraber olmak emredilmiştir.

Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- buyurur:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- başın bir kısmının tıraş edilip bir kısmının bırakılmasını yasakladı.” (Buhârî, Libâs, 72; Müslim, Libâs, 72, 113)

Bu tıraş; o gün de, bugün olduğu gibi, gayr-i müslimlerin bir âdetiydi.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; ashâbından tıraşını uygun bulmadığı bir şahıs hakkında, şu îkazda bulunmuştu:

“–Hüreym el-Üseydî ne iyi adamdır! Keşke zülüfleri ile elbisesinin eteklerini uzatmasaydı!”

Bu söz Hüreym’e ulaşınca, hemen saçını da elbisesini de kısalttı. (Ebû Dâvûd, Libâs, 25)

Abdullah İbn-i Mes‘ûd -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:

“Elbiseler elbiselere benzeyince, kalpler de kalplere benzemeye başlar.” (Vekî, Zühd, s. 597)

Hazret-i Ömer, Azerbaycan ve Dağıstan’a gönderdiği ordularına şöyle seslenmişti:

“‒Aman, sakın siz;

  • Putperestlerin giyindiği gibi giyinmeyin!
  • Putperestlerin yediğinden yemeyin!

Orada İslâm şahsiyetini muhafaza edin.”

Taklit Aşağılık Kompleksidir: İzzet Yalnızca Allâh’a Aittir

Başka milletleri, yabancı toplulukları taklit etmek, aşağılık kompleksinin bir yansımasıdır.

Cenâb-ı Hak, münafıklardan bahsederek şöyle buyurur:

“Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç, itibar ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allâh’a aittir.” (en-Nisâ, 139)

Müslümanların mansur ve muzaffer olduğu asırlarda, İslâm diyarında yaşayan diğer din mensupları; müslümanları taklit etmeye, onlar gibi giyinmeye, onlar gibi görünmeye çalışırdı. Hazret-i Ömer’in hilâfeti zamanında tatbik edilmeye başlanan kanunlarla; gayr-i müslimlerin kisvesi, müslümanların kisvesinden ayrı tutulmuştur.

Zamanımızda ise, bu aşağılık kompleksi maalesef müslümanlara intikal etti. Televizyon, cep telefonları, internet ve sosyal medya üzerinden; menşei Avrupa, batı ve gayr-i müslimler olan cereyanlar, modalar bizim insanımızı da tesiri altına alıyor. Bize ait olmayan kılık-kıyafet, tıraş ve âdetler, bizim insanımız arasında yayılıyor.

Meselâ;

Bazı kardeşlerimizin saçlarını; aşırı bir şekilde uzattıklarını, hattâ topuz hâle getirip toka taktıklarını üzülerek görüyoruz. Bunun bize ait bir âdet olmadığı âşikârdır.

Üzerinde yabancı dilde yazıların olduğu tişört ve benzeri kıyafetlerin giyilmesi de bu taklitçi hareketlerdendir. Bazen bu yazılar, gayr-i ahlâkî mesajlar ve semboller de ihtivâ edebiliyor. Bir müslüman genci; ne yazık ki şuursuz bir şekilde, bu çirkin mesajı göğsünde veya sırtında taşımış oluyor.

Maalesef -erkek olsun kadın olsun- dar giyinmek de bir başka âhirzaman fitnesi… Hadîs-i şerifte haber verildiği gibi; «Giyinik çıplaklar» zuhûr etmekte. (Müslim, Cennet, 52)

Yaşayış ölçülerinde de İslâm’ın titiz kaideleri, müslümanların örf ve âdetleri terk edilerek; -ekranlar üzerinden- batı dünyasında görülen yaşayış şekilleri, eğlenceler, tarzlar taklit ediliyor.

  • Helâlharam ölçülerine riâyet azalıyor. Âhiret unutturuluyor.
  • Hadîs-i şerifte bildirildiği üzere, fâizin tozuna bulaşmayan kalmıyor. Maaşın yanında banka tarafından verilen promosyonun temiz bir para olmadığı belli iken, maalesef çokları bunu umursamıyor. Bu parayı çoluk-çocuğunun rızkına karıştırıyor.
  • Bekârlık, gereksiz olarak uzatılıyor.
  • Düğünler; mâneviyattan uzak, tesettür ve harem-selâmlık ölçülerinin çiğnendiği gövde gösterilerine dönüyor.
  • Harem-selâmlık ölçülerine hiç gerek yokmuş gibi davranılıyor. Alınabilecek tedbirler bile terk ediliyor. Bunun fecî neticeleri aileyi bozuyor. Bunun en bariz misâli:
  • Kafeler… İşsiz güçsüz gençler, maalesef bu tembelhânelerde karışık bir vaziyette oturuyor. Ömrü ve ahlâkı isrâf ediyor.
  • İçtimâîleşme günleri olan bayramlar; eş-dosttan, akrabadan uzaklaşıp tatile gitme günlerine çevriliyor.
  • Bizim tarihimizde, örfümüzde yeri bulunmayan; doğum günü, anneler günü, babalar günü, sevgililer günü gibi batı menşeli, kapitalizm îcatları el üstünde tutuluyor, ehemmiyet verilerek kutlanıyor.

Hâlbuki bu günler, tüketim çılgınlığını harekete geçirmek için ortaya çıkarılmıştır. Sâliha anneler ömürlük teşekküre lâyıktır. Senede bir gün, markalı bir hediye verilip, gerisinde unutulmaya değil!..

Dolayısıyla;

İslâm’da her gün anneler günüdür, her gün babalar günüdür. Onlara gösterilecek muhabbet, hizmet ve hürmet bir günle tahdit edilemez.

Doğum günü, insanın bir yıl daha yaşlandığını hatırlatan bir tefekkür vesilesinden başka bir şey değildir. Ölüme bir adım daha yaklaştığını; pasta kesip, mum üfleyerek şımarıkça kutlamak gafilâne bir âdettir.

Müslüman ailesinde, her gün samimî bir muhabbet yaşanır ve yaşatılır. Onların sevgililer günü diye ortaya attığı gün ise, şehevî bir tuzaktır. Sevgi, Vedûd olan Allâh’a muhabbete bir basamak olduğunda kıymetlidir.

Batıdan gelen bu âdetlerin en tehlikelisi ve yaygını ise;

Yılbaşı Eğlence Değil Tefekkürdür

Bizim takvimimiz bile aslında kamerî / hicrî takvimdir. Biz onun sene başını, yani 1 Muharrem’i hicreti yâd etmeye bir vesile sayarız.

Bir yılın bitip, diğerinin başlaması, bir insana ancak şu minvalde bir ömür tefekkürüne vesile olmalıdır:

“–Ömrümden bir sene daha tükendi. Acaba bu seneyi hayırlarla mı doldurdum? Yoksa şerlerle mi?

Bir yaş daha yaşlandım. Acaba olgunlaştım mı, ahlâken tekâmül ettim mi, yoksa yerimde mi saydım, geriye mi gittim?

Tarihi meçhul fakat gelmesi muhakkak olan ecele bir adım daha yaklaştım. O büyük ebediyet yolculuğuna ne kadar hazırım?”

Heyhât!

Gafil insanlık böyle bir tefekküre teksif olmak bir tarafa; sene başı eğlenceleri tertip ederek, çılgınlaşıyor, aygırlaşıyor. Alkol, piyango, kumar, fuhşiyat gibi fecaatlere dalıyor. Bazı gafil mü’minler bile; başka zamanlarda girmedikleri yanlışlara, yılbaşı âdetiymiş diye giriyor.

Âhiretini düşünen müslümanlar, sene başı gecesinde bu tertiplenen eğlencelerden tamamen uzak durmalıdır. Bu gece, erkenden yatmalıdır. Ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın bu gece irtikâb edilen günahlardan dolayı gazaba gelip, umûmî bir ceza vermemesi için duâ ve istiğfâr ederek yalvarmalıdır.

Peygamber Efendimiz; âhirzamandan haberler verdiği fiten hadislerinde, ümmetinin ehl-i kitâbı taklit yanlışına düşeceğini bildirerek bizleri îkaz buyurmuştur:

Âhirzaman Fitneleri Karşısında Mü’minin Kurtuluş Reçetesi

Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir defasında şöyle buyurmuştu:

“‒Sizler karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz / onların inanç ve yaşayışlarını ölçü edineceksiniz. İnsanın giremeyeceği küçük bir keler/kertenkele deliğine girecek olsalar, siz de onları takip edeceksiniz. (Yani onların yaptığı her hâl ve hareketi İslâm’ın ölçülerine uyup uymamasına bakmaksızın taklit edeceksiniz.)”

(Hazret-i Peygamber’in gelecekle ilgili bu ürpertici açıklaması üzerine biz sahâbîler) sorduk:

“‒Yâ Rasûlâllah! (İzlerini takip edeceğimiz bu topluluklar) yahudiler ve hıristiyanlar mı olacak?”

Şöyle buyurdu:

“–Ya başka kimler olacaktı?” (Müslim, İlim, 6)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böyle apaçık bir şekilde îkaz buyurmuşken; batıdan gelen modalara, âdetlere kapılmak ne büyük bir gaflettir.

İmâm-ı Rabbânî, Hindistan bölgesinde yaşamıştı. Bir gün, hindûların âyinlerine katılmayı âdet edinen bir müslümanın cenâzesinde, mevtâdan ağır bir karanlık hissettiğini, ne kadar teveccüh etse de, o karanlığın izâle olmadığını bildiriyor.

Çünkü;

Bir müslüman için en mühim husus îmânıdır, akāididir.

Zira ebediyet yolculuğunun, cennet ve cehenneme giden yol ayrımında, hakkımızda verilecek hükmün ilk ve en mühim esası, kalbimizdeki îman olacaktır.

Müslüman bir aileden doğup yetişmiş, yani îmânı -elhamdülillâh- hazır bulmuş olmamız da bizi gevşekliğe sevk etmemelidir. Çünkü yine âhirzamanla alâkalı şu nebevî îkāzı hatırda tutmamız îcâb eder:

“Şiddetli bir şekilde yaklaşan fitne sebebiyle vay insanların hâline! Kişi mü’min olarak sabahlar da akşam kâfir oluverir. Birtakım insanlar; dinlerini, küçücük bir dünya menfaati karşılığında değiştiriverirler. İşte öyle zamanda dînine sıkıca sarılan kişi, elinde kor ateşi tutan kimse gibidir.” (Ahmed, II, 390; Ayrıca bkz. Müslim, Îmân, 186; Tirmizî, Fiten, 30/2196)

Zaten Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Ben ikindi sonrası peygamberiyim.” (İbn-i Kesîr, Tefsir, XII/6549; Ayr. Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 50, Tevhid, 31) buyuruyor.

O’nun teşrifi dahî kıyâmet alâmetiydi. Aradan 1500 senelik bir zaman dilimi de geçti. Artık o ikindi vaktinin iyice kerâhat vaktindeyiz. Yani güneşin batması yani kıyâmet pek yakın görünüyor. Artık dünyamızda fiten hadislerindeki alâmetlerin birçoğu zuhûr etti. Fitne ve fesâdın çok arttığı bir devirdeyiz. Böyle bir devirde; kendimizi ve evlâtlarımızı cehenneme sürükleyecek en büyük tehlike, îmânı kaybetmektir. Îmânı kaybetmeye sevk edecek en büyük tehlike de, gayr-i müslimleri taklit etmektir.

Zamanımızda, îman ve İslâm’dan uzaklaşmış kesimlerin geçmişini tefekkür edersek, bu sebep-sonuç münasebetinin canlı bir misâli olduklarını görürüz:

İslâm ahkâmından firelerin verilmeye başlandığı Tanzîmat’ta, Avrupa’ya tahsile gönderilen evlâtlar; orada gayr-i müslimlere hayranlık içinde, özlerine yabancı hâle geldiler. Döndüklerinde üzerlerinde Osmanlı kıyafeti olsa da, içleri yabancı gibiydi. Zaman içinde onların yaşayışları tamamen Avrupâî tarza dönüştü. Evlere piyanolar kondu, evlâtların terbiyesi yabancı mürebbiyelere teslim edildi. Onların nesilleri de gitgide öz değerlerine yabancılaştılar.

Bugün evlâtlar Avrupa’ya gitmese de; batı kültürü, internet üzerinden, sosyal medya üzerinden nesillerimizin kalbine ve beynine ulaşıyor. Buna karşı, kendi değerlerimizi ihyâ etmemiz zarûrîdir.

  • Bâtıl modalara karşı, sünnet-i seniyyeyi ihyâ ve tahkim etmek…
  • Bozuk âdetlere karşı, İslâm ahlâk ve karakterini yaşatmak…
  • Sosyal medyada asosyalleşmeye karşı; camilerde, aile ve sâdık dost meclislerinde gerçek içtimâîleşme gayretleri…
  • Kafelerde miskince oturmaya karşı; camilerde saflarda buluşmak, sohbetlerde cem olmak…
  • Evlâtların tahsilinde, mutlaka uhrevî tahsili önde tutmak…
  • İnternet ve cep telefonu ile iştigali, asgarî seviyeye indirmek…

Cenâb-ı Hak; bu ve benzeri tedbirlere sığınan mü’minleri, elbette âhirzaman fitnelerinden de koruyacaktır. Nitekim hadîs-i şerifte, îkazlar arasında şu müjde de yer alır:

“Ümmetimden dâimâ hak üzere galip ve zâhir bir tâife (kıyâmete kadar) hiç eksik olmayacaktır. Muhalifleri (dalâlet ehli) onlara zarar veremeyecektir.” (Müslim, İmâre, 170-174)

Bize âhireti tefekkür ettirecek bir husus, dünyada Cenâb-ı Hakk’ın gazap tecellîlerine nümûne olan âfetlerdir.

  • Yanardağlar, muazzam bir ateş denizinin üzerinde yaşadığımızı bize zaman zaman hatırlatıyor.
  • Sadece saniyeler süren zelzeleler, bizi dehşetlere sevk ediyor.
  • Tsunamiler, denizlerdeki latif suyun metrelerce yükselerek nasıl bir tahrip edici güce dönüştüğünü temâşâ ettiriyor.
  • Karşısında insanlığın âciz kaldığı dev yangınlar, cehennemi bize tefekkür ettiriyor.

Bütün bunlardan korkuyoruz. Maddî plânda tedbirleri alsak da, her dâim Allâh’ın yardımına sığınıyoruz.

Cenâb-ı Hak; âhirzamanda bu gibi âfetlerin, insanların günahları nisbetinde artacağına işaretle şöyle buyuruyor:

“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat zuhûr etti / düzen bozuldu, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” (er-Rûm, 41)

Rabbimiz, ancak bir kısmını tattırdığını bildiriyor. Zira âyette buyurulduğu üzere; Cenâb-ı Hak, eğer işledikleri zulüm ve günahlar sebebiyle, dünyada iken kullarını cezalandırsaydı, yeryüzünde bir tek canlı kalmazdı. Lâkin Allah, nihâî hesabı âhirete erteliyor. (Bkz. en-Nahl, 61, Fâtır, 45)

Demek ki;

Asıl korkulacak âhiret azâbıdır.

Asıl korkulacak günahlarımızdır, isyanlarımızdır.

Bâtıla meyletmektir. Gayr-i müslimlere benzemektir.

Bu korkunun güzel neticesi de;

  • Allâh’a kulluktur.
  • Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ittibâdır.
  • Kur’ân’ın ahkâmına ve ahlâkına bürünmektir.
  • İslâm şahsiyetini yaşamak ve yaşatmaktır.

Bir mü’mini bütün bu yabancı taklitlerinden; moda, reklâm ve benzeri eğlencelerden koruyacak husus şu anlayıştır:

NE İÇİN YARATILDIK?

Bu dünyaya; eğlenmeye, sadece yiyip içip istirahat etmeye gelmedik.

Bu cihan bir mektep, bu kâinat âdetâ bir dershâne olarak tanzim edildi… Cenâb-ı Hak, bizi bu âlemde kulluk imtihanına tâbî tutmaktadır. Rabbimiz, insanlığa bu tahsilin icrâsı için, kitaplar ve peygamberler gönderdi.

En mühim dersimiz, Allâh’a kul olmaktır.

İşte bu cihanda, bir mü’min için; diğer bütün tahsillerin, diğer bütün derslerin, faaliyetlerin, bu zemine oturtulması gerekir. Yani bütün eğitimlerin, kulluğa hizmet etmesi îcâb eder.

Eğer kulluk zeminine oturtulursa, bütün ilimler faydalı hâle gelir.

Fakat eğer, en mühim ders olan kulluk dersine uymazsa, diğer bütün ilimler faydasız hâle gelir, hattâ zararlı olur, zâlim yetiştirir.

İşte haberlerde okuyoruz:

Kulluk dersi almamış, Allah korkusu taşımayan birtakım doktorlar, bîçâre bebeklerin ölümüyle neticelenen yolsuzluklar işlediler. Hâlbuki kulluk zemininde bir tıp tahsili, şefkatli bir tedavi ve şifâya vesile olur.

Kulluk dersi almadan verilen hukuk tahsili, cellâtlar yetiştiriyor. Hâlbuki kulluk zemininde olsa, adâlet tevzî etmeye vesile olur.

Fen ilimleri de, kulluk zemininde tefekküre vesile olur. Allâh’ın azamet tecellîlerini ve kudret nakışlarını temâşâya götürür. Kulluk zemininden uzak olduğunda; evrimci, tesadüfçü, nankör, alık ve nâdan kişiler yetiştirir.

Gazze’de katliâm yapan ve onu destekleyenlerin hepsi, zâhiren yüksek tahsilli. Fakat hepsinin ortak hususiyeti; bu tahsillerin Allâh’a kulluk dersi zemininden kopuk olması, vahiyden uzak olması…

Evlâtlarımızın yabancı kültürlere özenmemesini sağlamak için, işte böyle kulluk zemininde bir tahsilin plânlanması ve uygulanması elzemdir.

Cenâb-ı Hak; bizleri ve nesillerimizi, kendilerine sonsuz mânevî nimetler verdiği, nebîler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerin yoluna hidâyet eylesin.

Bizleri, gazaba uğrayanların ve dalâlete düşenlerin çirkin yollarından ve fecî âkıbetlerinden muhafaza buyursun.

Âmîn!..

Kaynak: Yüzakı Dergisi

Yazar: Yönetici

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir