Edep Ve Haya Vaaz

Edep ve haya vaazı konusu

EDEP VE HAYA VAAZ

Edep ve haya günümüzde en çok ihtiyacımız olan fıtri vasıflardır.

Maalesef ne gözümüzde, ne kulağımızda ne de zihnimizde edep ve haya kalmadı. Bu iki haslet kaybolup gitti.

Oysa İslam edep ve hayadan ibaret değil midir?

Bakınız Hadid suresi 4. Ayet-i kerime bu hususu nasıl beyan ediyor:

وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ

Nerede olsanız, Allah sizinle beraberdir. Allah, bütün yaptıklarınızı hakkıyla görendir.

Edep en büyük zinettir. Zira gönlün ve ruhun süsü edep ve hayadır.

Edep bir tâc imiş nûr-i Hudâ’dan
Giy o tâcı emîn ol her belâdan…

dizesi bunu çok beliğ bir şekilde ifade ediyor.

Mevlana Hazretleri de bu konuda şöyle der:

“Îman nedir diye aklıma sordum. Aklım da kalbimin kulağına eğilip;

«Îman edepten ibarettir.» diye fısıldadı.”

Allah’ın lütfundan mahrum kalmamak için edep ve haya sahibi olmak gerekir.

Haya, Sözlükte “utanmak, çekinmek” anlamlarına ve Türkçede daha çok “ar” kelimesiyle ifade edilen hayâ duygusu, genellikle yüzün kızarması, kişinin başını öne eğmesi, gözlerini kaçırması, şaşkın davranışlar sergilemesi gibi şekillerde dışa yansır.

İnsanı kötülükten alıkoyup iyiliğe yönelten fıtrî bir ahlâk özelliği olmakla birlikte hayâ, kişinin içinde yaşadığı toplumun dinine, örf ve âdetlerine, yaşam tarzına göre şekillenir.

Dolayısıyla değer yargılarının değişmesiyle hayânın toplumdan topluma, hatta bireyden bireye farklılık göstermesi mümkün olduğu gibi, değerlerin hiçe sayıldığı bir ortamda tamamen yok olması da ihtimal dahilindedir.

Peygamberlerin temel vasıflarından biri olan hayâ erdemi, onların gönderildikleri toplumlara ısrarla öğütledikleri bir sünnet olagelmiştir.

Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

 إِنَّ مِمَّا أَدْرَكَ النَّاسُ مِنْ كَلاَمِ النُّبُوَّةِ الأُولَى

“İnsanlık, ilk günden beri bütün peygamberlerin üzerinde ittifak ettikleri bir söz bilir:

إِذَا لَمْ تَسْتَحِى فَاصْنَعْ مَا شِئْتَ

Şayet utanmıyorsan, dilediğini yap!”

Hicap ayetinin nazil olmasında ise şu olay meydana gelmişti:

Mescid-i Nebevî’de büyük bir kalabalık vardı.

Zeyneb bnt. Cahş ile dünya evine giren Allah Resûlü’nün düğün yemeğine davetliydi herkes.

Kendilerine ikram edilen et ve ekmeği yiyenler oradan ayrılıyor, onların yerine yenileri geliyordu.

Bütün davetliler yemeklerini bitirdiğinde Resûlullah sofranın kaldırılmasını istedi. Ancak vaktin ilerlemesine aldırış etmeyen bir grup insan evdeki sohbete devam ediyor, Allah Resûlü ile eşi Zeyneb’in yalnız kalmasına müsaade etmiyorlardı.

İnsanları kırmaktan hoşlanmayan Resûlullah ise ağırdan alan bu sahâbîleri incitmek istemiyor, kâh oturup kalkarak kâh odayı terk ederek, rahatsızlığını onlara hâliyle fark ettirmeye çalışıyordu.

Odasına girmek üzere geldiğinde üç kişinin hâlâ oturmakta olduğunu gördü ve onlar gidinceye dek bekledi.

Herkes dağıldıktan sonra tekrar odasına gelen Allah Resûlü, içeriye girer girmez,:

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَدْخُلُوا بُيُوتَ النَّبِيِّ اِلَّٓا اَنْ يُؤْذَنَ لَكُمْ اِلٰى طَعَامٍ غَيْرَ نَاظِر۪ينَ اِنٰيهُۙ

“Ey iman edenler! Yemek için çağrılmaksızın ve yemeğin pişmesini beklemeksizin (vakitli vakitsiz) Peygamber’in evlerine girmeyin,

وَلٰكِنْ اِذَا دُع۪يتُمْ فَادْخُلُ

çağrıldığınız zaman girin.

فَاِذَا طَعِمْتُمْ فَانْتَشِرُوا 

Yemeği yiyince de hemen dağılın.

وَلَا مُسْتَأْنِس۪ينَ لِحَد۪يثٍۜ

Sohbet için beklemeyin.

اِنَّ ذٰلِكُمْ كَانَ يُؤْذِي النَّبِيَّ فَيَسْتَحْي۪ مِنْكُمْۘ وَاللّٰهُ لَا يَسْتَحْي۪ مِنَ الْحَقِّۜ

Çünkü bu hareketiniz Peygamber’i üzmekte, fakat o (size bunu söylemekten) hayâ etmektedir. Ama Allah, hakkı söylemekten hayâ etmez…”

İslâm dini, insanın doğasında var olan hayâ duygusunu, Allah Teâlâ’nın belirlediği ilkeler doğrultusunda şekillendirerek şahsıyla bütünleşen bir karakter özelliği hâline getirmesini ister.

Böylece doğruyla yanlışı ayırt ederek Rabbinin kötü ve çirkin görüp yasakladığı söz ve fiilleri yapmaktan hayâ eden kulun, haramları terk edip helâllere sarılması, dolayısıyla dinin gereklerini yerine getirmesi daha kolay olacaktır.

İşte bu nedenle Allah Resûlü,

وَالْحَيَاءُ شُعْبَةٌ مِنَ الإِيمَانِ

“İman, yetmiş küsur parçadır. Hayâ da imandan bir parçadır.” buyurmuş,

Bir defasında fazla utangaç olduğu gerekçesiyle din kardeşini azarlayan birini görünce,

دَعْهُ فَإِنَّ الْحَيَاءَ مِنَ الإِيمَانِ

“Onu (kendi hâline) bırak. Çünkü hayâ, imandandır.” demiştir.

Başka bir rivayette ise:

إِنَّ لِكُلِّ دِينٍ خُلُقًا وَخُلُقُ الإِسْلاَمِ الْحَيَاءُ

“Her dinin (kendine özgü) bir ahlâkı vardır; İslâm ahlâkı(nın özü) hayâdır.”  buyuran Allah Resûlü, müminlere söz ve fiillerinde hayâ üzere davranmayı emrederek, kötü söz söylemek ve gereğinden fazla konuşmak gibi edebe aykırı hâllerin münafıklara has davranışlar olduğunu bildirmiş, kendisi de davranışları ve tavrıyla inananlar için bir hayâ timsali olmuştur.

Nitekim sahâbeden Ebû Saîd el-Hudrî onun bu özelliğini şöyle dile getirmiştir: “Peygamber (sav), köşesine çekilmiş genç bir kızdan daha hayâlı idi. Hoşlanmadığı bir şey gördüğünde biz onu yüzünden anlardık.”

Başkalarından utanan, tepkilerinden çekindiği için onların hoşlanmadığı söz ve fiilleri yapmaktan rahatsızlık duyan insanın aynı şekilde Allah’a karşı da hayâ göstermesi, rızasını kaybetmekten korktuğu için O’nun sevmediği amelleri terk etmesini gerektirir.

İhsan üzere, yani Allah’ı görüyormuşçasına hareket ederek Allah’ın kendisini an be an gördüğü bilinciyle yaşayan kulun Allah’tan hayâ etmesi, onun her zaman ve mekânda takva sahibi bir mümin olmasını sağlar.

Mümin için hayâ onu daima iyiyi ve güzeli yapmaya sevk eden ahlâkî bir erdemdir.

Edep ve ahlâkın temel bir unsuru olarak hayâ, toplumumuzda da nesiller boyu üstün bir ahlâkî meziyet olarak görülmüştür.

Ancak ahlâkî değerlerin giderek yozlaştığı günümüz toplumunda hayâ duygusu da eski konumunu kaybetmeye başlamıştır. Öyle ki önceleri hayâ sahibi olan kişiler övülür, değerli görülürken, şimdilerde hayâlı olmak bir utanç ve eksiklik sebebi gibi algılanır hâle gelmiştir.

Edebe aykırı sözleri herkese karşı söyleyebilmek, ahlâksız davranışları alenî olarak işlemek, bazı çevrelerde, cesaretin, özgüvenin ve özgürlüğün en önemli göstergesi kabul edilmektedir.

Halbuki hayâyı kaybetmek, öncelikle bireyi “en şerefli varlık” olmaktan çıkararak değersizleştirir.

Birlikte yaşamanın temeli olan saygıyı ortadan kaldırarak, sosyal hayatta riayet edilmesi gereken sınırları silikleştirerek toplumun bozulmasına yol açar.

Nitekim dilimizde, utanç duyulması gereken hâl ve davranışları çekinmeden yapan kimseler için kullanılan “ar damarı çatlamış” tabiri, hayâsızlığın insanın yaratılışını bozan bir hâl olduğuna dikkatleri çekmektedir.

Dolayısıyla diğer ahlâkî prensipler gibi hayâya da gereken önem verilmeli, özellikle doğruyu ve yanlışı yetiştiği çevrede öğrenen saf ve temiz zihinlere, asli bir değer olarak tanıtılmalı ve böylece temel eğitimdeki yerini almalıdır.

Ahlâksız sözler söyleyen veya edebe aykırı davranışlarda bulunan masum çocukların bu hâllerine gülüp onları hayâsızlığa teşvik etmek yerine, onlara hayatın her anında hayânın güzelliği aşılanmalıdır.

Müminler için hayânın, ahlâklı ve onurlu bir yaşamın anahtarı olmanın da ötesinde kişinin imanını yansıtan ve onu Rabbi katında değerli kılan bir vasıf olduğu unutulmamalıdır. Zira Allah Resûlü şöyle buyurmuştur:

الْحَيَاءُ مِنَ الإِيمَانِ وَالإِيمَانُ فِى الْجَنَّةِ

“Hayâ imandan neşet eder, (ehl-i) iman da cennete gider.

الْبَذَاءُ مِنَ الْجَفَاءِ وَالْجَفَاءُ فِى النَّارِ

Çirkin söz ve davranış ise kabalıktan ve kötü ahlâktan neşet eder. Kötü ahlâk (sahibi olanlar) da cehenneme gider.”

Yazar: Yönetici

7 Yorumlar

  1. maşallah çok güzel vaaz. Ben imam hatibim vaazarımda bu siteden faydalanıyorum

  2. edeb bir tac imiş nur-u hüdadan
    giy o tacı emin ol her beladan

  3. Emeği geçenlere selam olsun

  4. Allah Razı olsun
    Yüklemeye devam edin dua ediyoruz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir